Bıçak Sanatı - Forum
Konu Dışı => Genel Muhabbet => Konuyu başlatan: fatma82 - 17 Kasım 2012, 01:59:31
-
Güneşli bir gündü. Kadın parkta yanında oturan adama “Bakın, salıncakta sallanan şu kırmızı kazaklı çocuk benim oğlum” dedi.
Adam gülümseyerek “Güzel bir oğlunuz var” dedi. “Diğer salıncaktaki mavi kazaklı çocukda benim oğlum”
Sonra saatine baktı ve “Heyyy, Todd, sanırım artık gitme zamanı” diye seslendi oğluna.
Çocuk salıncakta yükselirken “Beş dakika daha baba, lütfen yalnızca beş dakika daha” diye karşılık verdi babasına.
Adam başını “peki” anlamında sallayınca çocuk neşeyle sallanmaya devam etti.
Dakikalar sonra adam ayağa kalkarak tekrar seslendi oğluna “Todd, artık gidelim mi, ne dersin?”
Çocuk yine gitmeye isteksiz “Ne olur baba, beş dakika daha, lütfen, beş dakika daha” diye bağırdı babasına.
Adam” Tamam” deyince çocuk kahkahalar atarak sallanmaya devam etti.
Sonunda kadın dayanamadı ve sesinde gizli bir hayranlıkla “Ne kadar sabırlı bir babasınız” dedi .
Adam gülümsedi kadına. “Sabır değil yaptığım bayan” dedi. “Büyük oğlum Tommy’yi geçen yıl burada sarhoş bir sürücünün çarpması sonucu kaybettim. Buraya yakın yolda bisiklet sürüyordu. Tommy’e hiç yeterince zaman ayırmamıstım. Oysa şimdi onunla beş dakika daha fazla birlikte olabilmek için herşeyi yapardım. Todd’la ayni hatayı yapmayacağıma söz verdim kendi kendime..
O her “Beş dakika daha baba” dediği zaman , oyun oynamak için beş dakika daha kazandığını düşünüyor, oysa işin gerçeği ne biliyor musunuz? Ben onu oyun oynarken beş dakika daha fazla izleyebiliyorum, asıl kazanan benim”
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Arjantin' li ünlü golf ustası Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı
kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip
oradan
ayrılmak üzere hazırlanmıştı. Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki
arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı. Kadın, başarısını
kutladıktan
sonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallı
kadının hastane masraflarını ödemesi olanaksızdı. Kadının anlattığı
öykü De
Vincenzo'yu çok etkilemişti, hemen cebinden bir çek defterine ve kalem
çıkarttı, turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı. Çeki
kadının
eline sıkıştırırken de ona:
- 'Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın...' dedi.
Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, Profesyonel Golf Derneği'nin
bir
görevlisi yanına geldi.
- 'Otoparktaki görevli çocuklar bana geçen hafta turnuvayı kazandıktan
sonra
yanınıza bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunu söylediler' dedi.
De Vincenzo başını salladı. 'Evet' dedi
Görevli:
- 'Size bir haberim var o zaman. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta
bir
çocuğu da yok! '
- 'Sizi fena halde kandırmış efendim! ' dedi alaycı bir tavırla.
De Vincenzo;
- 'Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu? ' dedi.
- 'Hayır, yok' dedi görevli.
- 'İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber! ' dedi De Vincenzo.
'AYNI PENCEREDEN DIŞARI BAKAN İKİ ADAMDAN BİRİ
SOKAKTAKİ ÇAMURU, DİĞERİ İSE GÖKTEKİ YILDIZLARI GÖRÜR.
Frederick Langbridge
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Iste sevgi bu.
Oldukça yogun bir sabah.. Tahminen saat 8:30 da seksenlerinde,yasli
bir
adam
basparmagindaki dikisleri aldirmak üzere içeri girdi. Çok acelesi
oldugunu
söyledi, zira saat tam 9:00 da bir randevusu varmis. Onun canli
titresimlerini hissettim adeta ve kendisine oturmasini söyledim.
Çünkü tedavisinin bitmesi ve onun birisini görmesi en azindan bir saat
sürerdi. Saatine baktigini görünce, baska bir hastam da olmadigi için
yarasi ile
ben
mesgul oldum. Tetkik ettigimde yaranin çok güzel iyilestigini
görünce doktorlardan birisine bantlari açmasini ve yeniden sarmasini
söyledim. Yaranin tedavisi esnasinda konusmaya basladik. Bu kadar
acelesi
olduguna göre acaba bu sabah bir doktorla mi randevusu oldugunu sordum.
Bana hayir diye cevap verdi. Bana bakimevine gidip esi ile kahvalti
etmek
için
acelesi
oldugunu söyledi. O zaman esinin sihhatinin nasil oldugunu sordum.
Bana orada uzun bir süredir kaldigini ve Alzheimer hastaliginin bir
kurbani oldugunu nakletti. Konusurken yarasini da sarmis bulundum ve
karisi
onu beklerken biraz da geç kalmis olmasindan dolayi acaba esiniz
endise duyar mi dedim. Bana bes seneden beri onun kim oldugunu bile
bilmedigini
ve
kendisini tanimadigini söyledi. Sasirmistim. "sizi tanimadigi halde
yine
de
her sabah onu görmeye mi gidiyorsunuz?" . elimi oksayarak gülümsedi.
O beni tanimiyor ama ben halen onun kim oldugunu biliyorum" dedi.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
HAYATA HEP GÜZEL BAKMAK
Hastahanenin bir koğuşunda üç kötürüm bulunuyordu.Bunlardan
koğuşa ilk gelen pencerenin önüne,ikincisi ortaya,üçüncüsü ise kapı
kenarına yatırılmıştı.
Ortadaki hasta iyimser bir adam olduğu için,neşeli konuşmalarıy-
la ötekileri eğlendiriyor ve kederlerini azaltmaya çalışıyordu.
Soğuk bir kış gecesi,pencerenin yanındaki hasta öldü.Onu kaldırdık-
tan sonra ortadaki hastayı pencerenin önüne,kapının yanındakinide
ortaya yatırarak,boşalan yere yeni bir hasta getirdiler.
Pencerenin önüne alınan iyimser hasta,dışarıda gördüklerini anlatmaya
başladı.
Yol kenarındaki parkı,dev çınar ağaçlarını,cıvıldaşan kuşları
işlerine koşan insanları,neşeli çocukları ve karşı dağlardaki çiçek
dolu tarlaları uzun uzun anlatarak,çaresiz durumdaki arkadaşlarını
rahatlatıyordu.Adam kısa bir süre sonra,gelip geçenlere isimler tak-
maya başladı.Öteki hastalar,artık sabah işe gidenlerin,seyyar satıcı-
ların ve akşam vakti yorgun argın eve dönenlerin öykülerini dinleye
dinleye,onları gözleri önünde canlandırıyordu.
Kısa bir süre sonra hastahanenin ruha ağırlık veren havası dağıl-
mış ve türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı saatleri tatlı öyküler doldur-
muştu.Bir gün ortadaki hastanın aklına bir fikir geldi.Eğer pencere-
nin önündeki hastaya birşey olursa oraya kendisi geçecek ve onun öy-
külerini dinlemektense,dışarıdaki renkli ve canlı yaşamı kendi göz-
leriyle görecekti.Bu düşünce günlerce kafasına yer etti.Yattığı yer-
den hep bunu düşünüyor ve çareler araştırıyordu.Sonunda onuda buldu
Pencerenin önündeki hastaya bazen kalp krizleri geliyordu.Adam bu
durumda komodinin üzerindeki ilacına güçlükle uzanıyor ve odada hasta
bakıcı olmadığından ilacı kendisi alıyordu.
Bir gece,pencere önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde,ortadaki
hasta büyük bir gayretle doğrularak onun ilacını devirevirdi.Şişe
yere düşmüş ve paramparça olmuştu.Ertesi sabah,pencerenin önündeki
hastayı ölü buldular.Ve onu kaldırdıktan sonra,ortada yatan hastayı
cam kenarına geçirdiler.Adam göreceği manzaranın heyecanıyla dışarıya
baktığında beyninden vurulmuşa döndü.!
Pencerenin bir kaç metre ötesinde,simsiyah bir duvardan başka
hiç birşey yoktu..
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bir bardak süt
Hamit, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu.
O gün, hiçbir şey satamamıştı ve karnı da çok açtı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı. Yiyecek bir şeyler yerine
- "Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca.
Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk, sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra
- "Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana.
Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti;
- "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize" dedi.
Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi.
Hamit, evin önünden ayrıldığı zaman kendisini yalnızca bedensel olarak değil, ruhsal olarak da güçlü hissediyordu.
Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar ç****iz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar yapılması için onu büyük kente gönderdiler.
Dr. Hamit, konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını kurtarmak için elinden geleni yaptı.
Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Hamit, denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi.
Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline. Açmaya korkuyordu...
Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu.
Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı:
- "Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir.".
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
TUZLU KAHVE
Kiza bir partide rastlamisti.. Harika birseydi. O gün pesinde o kadar delikanli vardi ki.. Partinin sonunda kizi kahve içmeye davet etti.
Kiz parti boyu dikkatini çekmeyen oglanin davetine sasirdi, ama tam bir kibarlik gösterisi yaparak kabul etti. Hemen kösedeki sirin kafeye oturdular. Delikanli öyle heyecanliydi ki, kalbinin çarpmasindan konusamiyordu. Onun bu hali kizin da huzurunu kaçirdi.. "Ben artik gideyim" demeye hazirlanirken, delikanli birden garsonu çagirdi..
"Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi.. "Kahveme koymak için.."
Yan masalardan bile saskin yüzler delikanliya bakti..
Kahveye tuz!..
Delikanli kipkirmizi oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye basladi. Kiz, merakla "Garip bir agiz tadiniz var" dedi..
Delikanli anlatti:
"Çocukken deniz kenarinda yasardik. Hep deniz kenarinda ve denizde oynardim. Denizin tuzlu suyunun tadi agzimdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadi çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadi dilimde hissetsem, çocuklugumu, deniz kenarindaki evimizi ve mutlu ailemi hatirliyorum. . Annemle babam hala o deniz kenarinda oturuyorlar.. Onlari ve evimi öyle özlüyorum ki.."
Bunlari söylerken gözleri nemlenmisti delikanlinin.. Kiz dinlediklerinden çok duygulanmisti.
Içini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmaliydi. Evini düsünen, evini arayan, evini sakinan biri.. Ev duyusu olan biri..
Kiz da konusmaya basladi.. Onun da evi uzaklardaydi.. Çocuklugu gibi.. O da ailesini anlatti. Çok sirin bir sohbet olmustu.. Tatli ve sicak.. Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel baslangici olmustu tabii.. Bulusmaya devam ettiler ve her güzel öyküde oldugu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yasadilar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kasik tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdigini biliyordu çünkü.. 40 yil sonra, adam dünyaya veda etti.
"Ölümümden sonra aç" diye bir mektup birakmisti sevgili karisina.. Söyle diyordu, satirlarinda..
"Sevgilim, bir tanem..
Lütfen beni affet. Bütün hayatimizi bir yalan üzerine kurdugum için beni affet. Sana hayatimda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. Ilk bulustugumuz günü hatirliyor musun?.Öyle heyecanli ve gergindim ki, seker diyecekken 'Tuz' çikti agzimdan.. Sen ve herkes bana bakarken, degistirmeye o kadar utandim ki, yalanla devam ettim. Bu yalanin bizim iliskimizin temeli olacagi hiç aklima gelmemisti. Sana gerçegi anlatmayi defalarca düsündüm. Ama her defasinda korkudan vazgeçtim.
Simdi ölüyorum ve artik korkmam için hiçbir sebep yok.. Iste gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanidigim andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pismanlik duymadan. Seninle olmak hayatimin en büyük mutlulugu idi ve ben bu mutlulugu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, herseyi yeniden yasamak, seni yeniden tanimak ve bütün hayatimi yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.."
Yasli kadinin gözyaslari mektubu sirilsiklam islatti.
Lafi açildiginda birgün biri, kadina "Tuzlu kahve nasil bir sey" diye soracak oldu..
Gözleri nemlendi kadinin..
"Çok tatli!.." dedi..
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ardıç Kuşu
Ankara' da işim uzamıştı.. İstanbul' a dönüş için aldığım biletimi değiştirmem gerekiyordu. Öğle arasında Sıhhiye' deki otobüs yazıhanesine gidip biletimi erteletmek için acele ediyordum. Kalabalıkta koşarak yazıhaneye ulaşmaya çabalarken çarpıştık o yaşlı adamla. Sendeledi; elindeki büyük sepette bulunan tahta kaşık, maşalar yola saçıldı. Sanırım o da belediye zabıtasından kaçıyordu. Kısa süren şaşkınlıktan sonra adamın kalkmasına, yola saçılanları toplamaya yardımcı oldum. Heyecanlanmış, rengi solmuş, nefes nefese kalmıştı. Sakinleşmesi için koluna girip yol kenarındaki banka oturmasını sağladım. Savrulan kaşık ve maşaları toplayıp ben de yanına oturdum. Sepetten dağılanları yerine dizip bir yandan da " bırakmıyor şu belediye zabıtaları üç kuruş para kazanalım. Eve katkımız olsun " diyerek söyleniyordu. Tahta kaşıkları dizmesine yardım etmeye çabalarken " Dur hele, şimşir ve ardıç olanları diğerlerine karıştırma " diyerek engel oldu.
— Hepsi tahta kaşık işte, ne fark eder?
— Olur mu beyim? Şimşir ve ardıç ile ıhlamur, gürgen bir olur mu?
— Bilmem. Görsem ağaçlarını bile tanımam herhalde. Ne fark var aralarında?
Eline aldığı kaşıklardan birinin sırtını parmaklarıyla okşayarak bana doğru uzattı:
— Ardıç, şimşir sert ağaçtır. Kolay bırakmaz kendini, işleyesin. Zordur ardıçtan kaşık çıkarmak.. Ama evlâdiyeliktir. Senelerce kullanırsın. Ihlamur gürgen ise yumuşaktır. Kolay işlersin ama çabuk yumuşar, dayanmaz.
Daha sonra Sivas' ın Hafik ilçesinde çiftçilik yaptığını, sağlık sorunları nedeniyle kızının yanına Ankara' ya yerleştiğini, evin geçimine katkısı olsun diye kaşık ve maşa yapıp işportada sattığını anlattı. Özellikle ardıç ağacının zor bulunduğundan yakındı. Elindeki maşayı eliyle okşayarak " Ardıç kuşu ağacını terk etti. Bir araya gelmeleri çok zor, artık " dedi. Anlamamış gözlerle bakmış olacağım ki açıklama yapma ihtiyacı duydu:
— Beyim, ardıç kuşunu bilmez çoğumuz. Bilenler de unuttu, gitti. Ardıç ağacı yabanidir. Öyle tohumundan üretemezsin, çeliklemeyle de olmaz. Ağacın üremesi meyvelerinin ardıç kuşu tarafından yenilip pisliği ile atılmasına bağlı. Ağacın tohumu ancak o zaman filizlenebilir hale gelir.
- Yani bu kuş olmazsa ardıç ağacı üreyemiyor, öyle mi?
— Evet, aynen öyle. Bunlar biri birine mahkûm sevdalılardı.
- Peki, sonra ne oldu, kuşlar mı azaldı?
— Kuşlar azalmadı, hatta çoğaldılar bile. Ama şehirler büyüdükçe çöplükleri de büyüdü. Kuşlar ardıcın meyvelerini yemektense çöplükten beslenmenin daha kolay olduğunu keşfettiler. Ardıç kuşu ağacını unuttu. Şimdi kentlerin kasabaların çöplüklerinde yaşıyorlar. Ardıç ağaçları ise kayboluyor gözümüzün önünden.
Elindeki kaşığı, diğerlerinin arasına yerleştirdi. Sepetine tekrar göz atıp çıkardığı maşayı bana doğru uzattı:
- Bak bu ardıç. Çürümez, nemlenmez. Eskiden ölüleri gömdükten sonra mezarlara konulurdu. Çürümediği için mezar çökmezdi. Son yolculukta arkadaştı, insanlara. Şimdi kıymete bindi. Mezarlarda yumuşak ağaçları kullanıyorlar.
- Olsun, aynı işi gördükten sonra varsın dayanıksız olsun.
- Şehirliler de hep senin gibi konuşuyor beyim. Herkes ardıç kuşu gibi zahmet çekmektense çöplükten kolay geçinmenin, kolay yaşamanın yolunu arıyor. Ardına bakmıyor. Çocuklarım bile kasabada yanımda kalmaktansa ardıç kuşu gibi şehirde daha kolay yaşandığını görüp uçup gittiler. Sorsan hallerinden çok memnunlar. Ama geride bıraktıklarını bilmiyor, görmüyorlar.
- Sonunda sen de gelmişsin işte şehre! Buradan medet umuyorsun.
- Ama ben ardımda kalanların farkındayım. Şehirde emeğin hiç değeri yok. Her şey bol, kolay ve ucuz. Biraz paran olsun emek vermeden yaşayıp, geçip gitmek mümkün bu şehirde.
- Ne var bunda, şehirler hep böyle?
Sustu bir süre. Kafasını sağa sola sallayıp kendi kendine söylendi:
- Sevgi yok beyim. Şehirde sevgi yok! İnsan emeğini sever. Ben bu kaşıkları tek tek elimde yapıyorum. Beğeninceye kadar uğraşıyorum. Kızımın evine katkım olsun diye satıyorum ve bu beni mutlu ediyor. Elimin emeğinin beğenilip bir yerlerde kullanıldığını bilmek hoşuma gidiyor. Şehir insanı ise emek vermediği için sevmesini de bilmiyor. Ardıç kuşu gibi yaşıyor, semiriyor, ürüyor ama geride kalan ardıç ağacının çektiği acıyı bilmiyor, görmüyor.. Görse bile anlamıyor.
Bir süre daha konuşmadan oturduk o bankta. Ardıç ağacından yapılmış bir çift kaşık satın almak istedim. Sepetine göz atıp seçtiği kaşıkları gazete kâğıdına sarıp uzattı. Söylediği fiyattan fazla para vermek istedim; ederinden fazlasını almadı. Sepetin ipini omzuna atıp, kucakladı. Helâlleştik. Sıhhiyeye doğru ağır adımlarla yürüyerek şehrin kalabalığında gözden kayboldu.